banner55

Okuyucularımız nerede ise her Allah’ın günü “Yüksel Ercan bitirdin bizi. Senin yazıların yüzünden dert sahibi olduk. İnsan ara sıra da keyifli yazılar yazar. Hiç değilse haftanın 2 günü bardağın dolu tarafından bak” şeklinde sızlansalar da, işin doğrusu içerişimize işleyen duygusallık dolayısı ile mecburen sürekli bardağın boş tarafından bakmak zorunda kalıyoruz.

Bütün bu olumsuzluklar içerisinde hatırlanacağı gibi Erzincan’ın MHP’li Belediye Başkanı Bekir Aksun bir süre evvel, Ozan Ali Ekber Çiçek'in büstünü şehre dikmiş, geçtiğimiz günlerde de Cemevi’ne ibadethane statüsü tanıyınca memlekette güzel işler de oluyor demekten kendimizi alamadık.

Bizim derdimiz burada siyaset yapmak değil. Hayatının belli bir bölümünü Erzincan’da geçirmiş, o zaman zarfında da Ali Ekber Çiçek ile tanışmış ve onun eserlerini çok seven birisi olarak gurbet ve gurbet kavramının insanımız için neler ifade ettiğini anlatmak istiyoruz.

Televizyonun olmadığı ve bütün hayatımıza renklendiren radyo dinlediğimiz günlerde Pir Sultan Abdal’ın ‘Gurbet elde bir hal geldi başıma /Ağlama gözlerim Mevla Kerim’dir/Derman arar iken derde düş oldum/Ağlama gözlerim Mevla Kerim’dir” eserini derleyip türkü haline getiren sanatçı Ali Ekber Çiçek’in sesinden ilk duyduğumuzda kendi kendimize “Allah Allah insan derman arar iken nasıl olurda derde düş olur, derman bulmak bu kadar zor mudur ?” diye kendi kendimize sorar dururduk.

Hafta içerisinde trafikte seyrederken  arabanın radyosundan “Sevgili dinleyiciler Türk müziğine büyük katkılar sağlayan ve derlediği eserler dolayısı ile herkesin sevgilisi olan Ekber Çiçek bilindiği gibi bundan 11 yıl önce yani 2006 yılında vefat etmişti. Şimdi kendisinin anısına Ağlama Gözlerim Mevlam kerimdir isimli türküyü çalıyoruz” dediğinde, türküyü biz de rahmetli Çiçek ile birlikte elimizden geldiği kadar söylemeye başladık.
Türkünün güzelliği bir tarafa, sanatçı bu eseri seslendirirken bir taraftan gurbet kavramını, gurbette yalnız kaldığında içerisinde düştüğü ve bir türlü çözemediği sorunlar dolayısı ile nasıl gamlandığını, sonrasında ise bu sıkıntısını efkar dolu türküler ile anlatmaya çalıştığını çok net bir şekilde anlamış oluyoruz.
Türk insanının hayatında biz kendimizi bildik bileli gurbet son derece önemli bir yer tutmuştur. Teknolojinin bu kadar iyi olmadığı, iletişimin insanları bir birlerine bu kadar çabuk ulaştırmadığı bir noktada gurbet ifadesini daha çok uzak olarak bilen insanımız, gurbet üzerine yüzlerce, binlerce eser yazmışlardır.

Bugün var olan teknoloji ile Türkiye’nin bir tarafından en uzak noktasına bilemediniz 3 saat içerisinde ulaşabiliyorsunuz. İletişimde ortaya çıkan görüntülü ve sesli sistemler ile bırakın Türkiye’yi, dünyanın en uzak noktasındaki bir yakınınız ile saniyeler içerisinde yüz yüze görüşme imkanı bulabiliyorsunuz.

Bu memlekette gurbet kavramının ortaya çıkmasına vesile olan şehirler başta İstanbul olmak üzere sanayinin ya da diğer iş imkanlarının Anadolu’ya göre daha fazla olduğu büyükşehirlerdir. Mesela Yozgatlı bir bayan kardeşimiz kendisine göre son derece uzak gördüğü ve gurbet olarak gördüğü İstanbul ile ilgili “Yarim İstanbul’u mesken mi tuttun/Gördün güzelleri beni unuttun” diyerek şikayetini dile getirmek zorunda kalmıştır.
Gurbette çaresiz kalanlar, gurbette eşinden dostundan, annesinden, babasından, kardeşlerinden uzak kalanlar, gurbette kaldığı zaman zarfında yakınlarına duyduğu özlem ve hasret vesilesi ile hasta olanlar, bunu da ince hastalık diye ifade edenler, bu olumsuzluğu mecburen türkü ya da destan olarak kağıda dökmüşlerdir.
Bizim yaşımızda olanlar hayal meyal hatırlayacaklardır. Eskiden destancılar vardı, meydana gelen ve bütün topluma acı veren olayları kendi bilgi dağarcıklarında değerlendirip kağıda döken destancılar, bazen tek ancak daha çok 2 kişilik gruplar halinde dolaşırlardı.
Mahalle aralarına kadar giren bu destancıların ellerinde sesin daha iyi çıkması ve mahalle sakinlerinin daha iyi duyması adına ya bir megafon ya da muhtemelen Almanya’dan gelen bir yakınları tarafından tedarik edilmiş bir kaset çalar bulunur, destancının okuduğu acı dolu hadiseler bir taraftan kaset çalar vesilesi ile duyurulurken, yanık bir ses ile söylenilen destanı daha iyi anlayabilmek için gelen mahalle sakinleri, kağıt üzerine basılı destanları para ile alıp okuyarak, meseleye dahil olmaya çalışırlardı.
İşte bu destancıların okuduğu ya da kağıda bastıkları acı dolu olayların nerede ise yüzde doksanlık büyük bölümü gurbet üzerine ya da gurbette hasta olmuş veya hastalık sebebi ile bu dünyadan ahirete intikal etmiş insanımızın başından geçen olayları anlatırdı.
Bu yüzden olsa gerek Türk insanı aradan geçen yıllara rağmen içerisinde gurbet geçen her eseri büyük bir beğeni ile takip ediyor. Bugün bile uyanık iki destancı çıksın yurt dışında meydana gelen tatsız hadiseler ile ilgili destan yazsınlar, iddia ediyoruz Anadolu’nun pek çok il, ilçe, kasaba ve köylerinde çok güzel para kazanabilirler.

Aradan çok uzun yıllar geçti, sınırlar ortadan kalktı. Ülkeler arasındaki duvarlar kağıttan kartonlar gibi yırtıldı gitti. Ancak Türk insanının gurbet anlayışı dünden bugüne asla değişmedi.

Şair Kemalettin Kamu tarafından yazılan ve pek çok kıymetli sanatçımız tarafından seslendirilen Gurbet isimli eserde "Ne arzum, ne emelim/yaralanmış bir elim/ben gurbette değilim/gurbet benim içimde" diyerek, aslında nereye gidersek gidelim gurbeti de kendimizle birlikte götürdüğümüzü, daha da önemlisi çok uzaklarda olduğunu düşündüğümüz gurbetin aslında kendi içerimizde olduğunu çok net bir şekilde anlatıyor.

Dikkat!

Yorum yapabilmek için üye girşi yapmanız gerekmektedir. Üye değilseniz hemen üye olun.

Üye Girişi Üye Ol

banner51

banner34

banner38

banner57

banner33

banner37