banner55

Paslanmak...

Önceki gün bizim akranımız bir grup Ülkücü arkadaşımızla çay içip sohbet ettik.

Yavuz ERCAN
Yavuz ERCAN
19 Kasım 2021 Cuma 21:00
Paslanmak...

Önceki gün bizim akranımız bir grup Ülkücü arkadaşımızla çay içip sohbet ettik.

Bir kısmımızın saçları dökülmüş.

Birisi kaç kişi çift gözlük kullanmadan göremiyor.

Birisi protez diş kullanmaktan şikayetçi.

Bir diğeri sürekli ağıran ayaklarından dem vuruyor.

Birisi nefes darlığından muzdarip.

Nihayetinde tamamı hayatlarının sonbar mevisimini de aşağı yukarı tamamlamış ve kış mevsimine merhaba demiş durumda.

Bütün bir umutlanarak hgeçirmiş ama sonunda umutsuzluk denizi içerisinde kaybolup giymiş arkadaşlarımızın tamamı bir taraftan sürekli şikayet ederken diğer taraftanda "dura dura paslandık bir şeyler yapmak lazım" dediklerinde bize de acı acı tebessüm etmekten başka bir çare de kalmamıştı.

Ülkücünün kaderdir daha doğrusu kadersizliğidir bir ömür kendisinden başka herkesin yardımına koşmak "Allar rızası için" diye başlayan bir talebin arkasından muhatap kim olursa olsun işi neticelendirinceye kadar kendisini helak etmek adeta Ülkücünün alın yazısı haline gelmiştir.

Biz de Rahmetli Başbuğ'un "Rahle-i tedrisatından" geçmiş bir Ülkücü olarak toz duman bir hayat yaşadık. Yıllarca ne gençlik bildik ne de taze hayaller. Hep siyaset, hep teşkilat, hep Hilal-i Ahmer Cemiyeti benzeri toplumsal işler. O cenaze senin, bu düğün benim. Cenazede ağla, düğünde oyna. 

Gece yarıları çalan telefonun ucunda;

Başkanım yolda kaldım.

Cebimde yol parası yok.

Allah rızası için bir yardım.

Falanca yerdeyim mümkünse bekliyorum.

çağrılarına cevap.

“Çocuğum sanat okulunun ağaç işleri bölümünü kazandı ama biz kalıp işlerini istiyoruz.

Babam hastanede yatıyor, servise doktor uğramıyor. Lütfen başhekimle bir konuş.

Ehliyet sınavına gireceğim çok korkuyorum, son hakkım. Sınava girecek görevliyi sen tanıyormuşsun Allah rızası için bir yardım."

talepleri ile yıllar su gibi geçti gitti.

80’li yılların sonunda bir dostumuzun yakını uzun zamandır ayrı kaldığı memuriyete yeniden dönmüş ancak göreve başlatacak kimsesi yok,

Bir arkadaşımız “Yüksel başkanım bizim arkadaşın işini ancak sen yaparsın. Sana sormadan yarın iki kişilik tren bileti aldık. Bu garibin işini ancak sen çözersin sevaptır, dua alırsın." dediğinin ertesi günü memur arkadaşla ilgili Bakanlık'a gittik. 
Vatandaşımızın göreve başlaması için gerekli işlemlere yardımcı olduk. Gebze’ye geri dönmek için Ankara tren garına geldik. Tren saati yaklaşıyor ancak tekrar memuriyete döndürdüğümüz arkadaşın ayakları sanki geri geri gidiyor. Yahu hadi teren geliyor dediğimizde memur arkadaşın, “Yüksel başkanım uzun yıllardır çalışmıyorum, dolayısı ile param ancak Gebze’den Ankara’ya kadar olan bileti almaya yetti. Sana da söyleyemedim Gebze’ye gidecek tren param yok ne yaparsan yap” dediğinde, kendi halimize mi ağlayalım vatandaşın haline mi üzülelim diye geçen yıllar.

MÇP’de ilçe başkanlığı yaptığımız ve aracımızın olmadığı, imkanların da son derece kıt olduğu dönemlerde İzmit’te ancak gece yarısı biten toplantı sırasında orada bulunanlara “Biz Gebze’ye nasıl gideceğiz?” diye sorduğumuzda bir arkadaşımızın “Başkanım ben Hereke Çimento’dan yük alıp tekrar Ankara’ya geçeceğim. Seni de Hereke’ye kadar götüreyim oradan sonra da başının çaresine bakarsın” dediğinde, gece 02.00’da E-5 Karayolu kenarında  Gebze’ye ulaşabilmek adına bazen koşarak, belli bir süre dinlenerek ancak sabah 07.00 saatlerinde eve ulaşabildiğimiz yıllar.

Çocuklarımızın,

Akrabalarımızın,

Ana-babamızın hastalıklarında

İyi günlerinde,

Üzüntülü dönemlerinde

O kongre senin, bu kurultay benim diye dere tepe dolaştığımız, bu yüzden de çocuklarımız ile sanki birer yabancı imiş gibi uzaktan uzağa bakmak zorunda kaldığımız günler.

Bir türlü bitmeyen, bitmeyecekmiş gibi görünen ve amacı sadece ve sadece

Çankaya yokuşunda balam Asya’nın Bozkurtları

Dudaklarda aynı türkü Tanrı Korusun Türk’ü 

idealini hayata geçirebilme adına birbiri ardına su gibi harcadığımız seneler.

Koştuk mu  koşturulduk mu 

Bilmiyorum ne yükler yüklendi

Çelimsiz omuzlarımıza..

Ama inandık

Asrın müjdecisi çocuklar olduğumuza.

sorusuna cevap bulmaya başladığımız ve "Daha nereye kadar koşacağız?" şeklinde hesap sormaya başlamıştık ki simsiyah saçlarımızın beyazlaştığını hatta döküldüğünü, dişlerimizin eskisi kadar fazla kalmadığını gözlerimizin de eskisi kadar iyi görmediğini fark ettiğimiz de işin işten geçtiğini de acı bir şekilde anladık.

Bir noktadan sonra çözülemeyecek  problemleri ile ilgili kapımızı aşındıran kişi yada kişilere

Bizim de yaşadığımız hayattır kardeşim

Biz de soluk alıp vermedeyiz

Yani her insan gibi sevmekteyiz, sevilecek şeyleri

diyerek cevap verdiğimizde  muhatabımızdan “Artık senden teşkilatçı olmaz, kendini düşünmeye başlamışsın” cevap alınca ayağımızı gaz pedalından çekip frene basmamız gerektiğini üzülsek te bir zorunluluk olarak algıladık.

Bizim gençlik ve olgunluk yıllarımızı alıp götüren, kafamızı bile çevirmemize müsaade etmeyen acımasız siyasetin o günlerde özellikle İdeoloji partilerinde “Yönetici pozisyonunda” görev alan ve sayıları muhtemelen yüzbinleri bulan bir neslin hayatını çürüttüğünü "sonrada kullanım süresi dolmuş eski bir eşya gibi bir dolabın arka raflarına attığını" söylemek sanıyoruz ki fazla bir insafsızlık olmayacaktır.

“Siyasetten hiçbir beklentim yoktur” diyen ancak bir makama gelebilmek adına onuru, gururu dahil neyi varsa feda eden tiplerin bugün nerelerde olduğunu daha doğrusu hangi parti gelirse gelsin o partinin en ön saflarında yer aldığı bir memlekette zaman zaman kendi kendimize “Acaba biz yanlış bir yolmu izledik.?” diye sorduğumuz oluyor ancak bize başka bir seçimin yada başka bir çarenin bırakılmadığını da görüp sesimizi kesiyoruz.

Geldiğimiz noktada İdeolojiden uzak, bundan 10 yıl öncesini bile hatırlamayan yada hatırlamak istemeyen bir yapıyı gördüğümüzde geçmişte verdiğimiz mücadele adına hayıflanmıyoruz desek yalan söylemiş oluruz ancak bundan sonra da eski günlere dönmek adına ne gücümüz var nede moralimiz.

Yıllar yılı peşinden koştuğumuz ideallerin bir anda yerle yeksan edildiği, en ufak bir menfaat için bile bütün doğru bilinenlerin yanlış olarak değerlendirildiği, aslında hiçbir anlam ifade etmeyen küçücük makamlarda bir gün daha kalmak adına atılan taklaları gördükçe “yahu nasıl bir dünyada 30 yıl 40 yıl uğraşmışız bu kadar akılsızlık olurmuymuş” şeklinde de iç hesaplaşmaya girip çoğu zaman yenilerek çıktığımızı hatırlıyoruz.

Bugün geldiğimiz ve içerisinde bulunduğumuz nokta Rahmetli Ömer Lütfü Mete’nin “Gülce”  isimli şiirindeki

“Uçurumun kenarındayız Hızır

Ben fakir

En hakir

Bin taksir

Ateşten 

Kalleşten 

Mızrakla gürzden

Dabbet-ül arzdan

Deccal’den

Yedi düvelden

Korku nedir bilmeyen ben”

durumudur ve bu durumda daha açık bir ifade ile “Alem buysa ben yokum” durumudur.

1985-2012 yılları arasındaki 27 yılda hiç durmadan koştuğumuz yada koşturulduğumuz yolların sonunda “Atsız-Pusatsız bir yorgun savaşçı" haline gelip

Uzanıverse gövdem, taşlara boydan boya

Alsa buz gibi taşlar alnımdan bu ateşi

Dalıp, sokaklar kadar esrarlı bir uykuya

Ölse, kaldırımların kara sevdalı eşi...

diye sayıklamaya başladığımız anlarda “Bir de çeliğe sor paslanmak nedir?” sorusuna asla cevap aramayacağımız ve paslanmaya devam edeceğimiz günler içerisindeyiz .

Geçen günleri ara ki bulasın..

Yorumlar

Dikkat!

Yorum yapabilmek için üye girşi yapmanız gerekmektedir. Üye değilseniz hemen üye olun.

Üye Girişi Üye Ol

banner51

banner34

banner38

banner57

banner33

banner37