Türkiye'nin kaderini tayin edecek seçime iki hafta kaldı. Seçime katılacak siyasi partiler var güçleri ile seçim kazanmak adına nerede bir seçmen varsa onu ikna etmek adına çok büyük bir gayret sarf ediyorlar.

Böylesi bir zaman dilimi içerisinde sabah erken saatlerden gece yarılarına kadar hiç durmadan seçimin kazanılması adına emek verenler bir taraftan çalışıyor, diğer taraftan da kendilerine "Acaba koştuk mu yoksa koşturulduk mu?" diye sorup duruyorlar..

Sürücüler bilirler, araç kullanırken ayağı sürekli gaz pedalında bulunan sürücüler bir noktadan sonra "Hız limitini aştık biraz frene basmak fena olmaz" diye düşünüp aracı yavaşlatmaya çalışırlar. Ancak yıllar yılı hız üzerinden alıştığı koşuşturmacanın verdiği mecburiyetten olsa gerek frene basmanın ya da hızı azaltmanın kendisine keyif vermediğini de anlamış olur.

Araç sürücüsünün frene basma halini biz kendi penceremizden değerlendirdiğimizde, kendimizi bildiğimiz günden itibaren başladığımız koşuşturmacanın verdiği yorgunluğa rağmen, artık yavaşlamanın mümkün olmayacağı kanaatini taşıyoruz.

Yaşadığımız olumsuzluklar aslında Ülkücü'nün kadersizliğidir. Bir ömür kendisinden başka herkesin yardımına koşmak, "Allar rızası için" diye başlayan bir talebin arkasından muhatap kim olursa olsun işi neticelendirinceye kadar kendisini helak etmek adeta Ülkücü'nün alın yazısı haline gelmiştir.

Biz de rahmetli Başbuğ'un "Rahle-i tedrisatından" geçmiş bir Ülkücü olarak toz duman bir hayat yaşadık. Yıllarca ne gençlik bildik ne de taze hayaller. Hep siyaset, hep teşkilat, hep Hilal-i Ahmer Cemiyeti benzeri toplumsal işler. O cenaze senin, bu düğün benim, cenazede ağla, düğünde oyna.

Gece yarıları çalan telefonun ucunda;

Başkanım yolda kaldım,
Cebimde yol parası yok,
Allah rızası için bir yardım,
Falanca yerdeyim mümkünse bekliyorum

çağrılarına cevap.

"Çocuğum sanat okulunun ağaç işleri bölümünü kazandı ama biz kalıp işlerini istiyoruz.
Babam hastanede yatıyor, servise doktor uğramıyor lütfen başhekimle bir konuş.
Ehliyet sınavına gireceğim ama çok korkuyorum. Son hakkım sınava girecek görevliyi sen tanıyormuşsun Allah rızası için bir yardım."
talepleri ile yıllar su gibi geçti gitti.

80’li yılların sonunda bir dostumuzun yakını uzun zamandır ayrı kaldığı memuriyete yeniden dönmüş ancak göreve başlatacak kimsesi yok.

Bir arkadaşımız "Yüksel başkanım bizim arkadaşın işini ancak sen yaparsın. Sana sormadan yarın iki kişilik tren bileti aldık. Bu garibin işini ancak sen çözersin sevaptır, dua alırsın" dediğinin ertesi günü memur arkadaşla ilgili bakanlığa gittik. 

Vatandaşımızın göreve başlaması için gerekli işlemlere yardımcı olduk. Gebze’ye geri dönmek için Ankara Tren Garı'na geldik. Tren saati yaklaşıyor ancak tekrar memuriyete döndürdüğümüz arkadaşın ayakları sanki geri geri gidiyor. "Yahu hadi teren geliyor" dediğimizde memur arkadaşın "Yüksel başkanım uzun yıllardır çalışmıyorum, dolayısı ile param ancak Gebze’den, Ankara’ya kadar olan bileti almaya yetti. Sana da söyleyemedim Gebze’ye gidecek tren param yok ne yaparsan yap" dediğinde kendi halimize mi ağlayalım, vatandaşın haline mi üzülelim diye geçen yıllar.

MÇP’de ilçe başkanlığı yaptığımız ve aracımızın olmadığı, imkanların da son derece kıt olduğu dönemlerde İzmit’te ancak gece yarısı biten toplantı sonrasında orada bulunanlara "Biz Gebze’ye nasıl gideceğiz?" diye sorduğumuzda, bir arkadaşımızın "Başkanım ben Hereke Çimento’dan yük alıp tekrar Ankara’ya geçeceğim. Seni de Hereke’ye kadar götüreyim oradan sonra da başının çaresine bakarsın" dediğinde gece 02.00’da E-5 Karayolu kenarında Gebze’ye ulaşabilmek adına bazen koşarak, belli bir süre dinlenerek ancak sabah 07.00 saatlerinde eve ulaşabildiğimiz yıllar.

Çocuklarımızın,
Akrabalarımızın,
Ana-babamızın hastalıklarında,
İyi günlerinde,
Üzüntülü dönemlerinde

o kongre senin, bu kurultay benim diye dere tepe dolaştığımız, bu yüzden de çocuklarımız ile sanki birer yabancı imiş gibi uzaktan uzağa bakmak zorunda kaldığımız günler.

Bir türlü bitmeyen, bitmeyecekmiş gibi görünen ve amacı sadece ve sadece

"Çankaya yokuşunda balam Asya’nın Bozkurtları
Dudaklarda aynı türkü, Tanrı korusun Türk’ü"

idealini hayata geçirebilme adına birbiri ardına su gibi harcadığımız seneler.

Bilmiyorum ne yükler yüklendi
Çelimsiz omuzlarımıza..
Ama inandık
Asrın müjdecisi çocuklar olduğumuza"

sorusuna cevap bulmaya başladığımız ve "Daha nereye kadar koşacağız?" şeklinde hesap sormaya başlamıştık ki, simsiyah saçlarımızın beyazlaştığını hatta döküldüğünü, dişlerimizin eskisi kadar fazla kalmadığını, gözlerimizin de eskisi kadar iyi görmediğini fark ettiğimiz de, işin işten geçtiğini de acı bir şekilde anladık.

Bir noktadan sonra çözülemeyecek problemleri ile ilgili kapımızı aşındıran kişi ya da kişilere

"Bizim de yaşadığımız hayattır kardeşim
Biz de soluk alıp vermedeyiz
Yani her insan gibi sevmekteyiz, sevilecek şeyleri."

diyerek cevap verdiğimizde muhatabımızdan, "Artık senden teşkilatçı olmaz, kendini düşünmeye başlamışsın" cevap alınca, ayağımızı gaz pedalından çekip frene basmamız gerektiğini üzülsek de bir zorunluluk olarak algıladık.

Bizim gençlik ve olgunluk yıllarımızı alıp götüren, kafamızı bile çevirmemize müsaade etmeyen acımasız siyasetin o günlerde özellikle ideoloji partilerinde yönetici pozisyonunda görev alan ve sayıları muhtemelen yüzbinleri bulan bir neslin hayatını çürüttüğünü, sonra da kullanım süresi dolmuş eski bir eşya gibi bir dolabın arka raflarına attığını söylemek sanıyoruz ki fazla bir insafsızlık olmayacaktır.

Siyasetten hiçbir beklentim yoktur diyen ancak bir makama gelebilmek adına onuru, gururu dahil neyi varsa feda eden tiplerin, bugün nerelerde olduğunu, daha doğrusu hangi parti gelirse gelsin o partinin en ön saflarında yer aldığı bir memlekette, zaman zaman kendi kendimize "Acaba biz yanlış bir yol mu izledik?" diye sorduğumuz oluyor. Ancak bize başka bir seçimin ya da başka bir çarenin bırakılmadığını da görüp sesimizi kesiyoruz.

Geldiğimiz noktada ideolojiden uzak, bundan 10 yıl öncesini bile hatırlamayan ya da hatırlamak istemeyen bir yapıyı gördüğümüzde, geçmişte verdiğimiz mücadele adına hayıflanmıyoruz desek yalan söylemiş oluruz. Ancak bundan sonra da eski günlere dönmek adına ne gücümüz var ne de moralimiz.

Yıllar yılı peşinden koştuğumuz ideallerin bir anda yerle yeksan edildiği, en ufak bir menfaat için bile bütün doğru bilinenlerin yanlış olarak değerlendirildiği, aslında hiç bir anlam ifade etmeyen küçücük makamlarda bir gün daha kalmak adına atılan taklaları gördükçe, "Yahu nasıl bir dünyada 30 yıl, 40 yıl uğraşmışız, bu kadar akılsızlık olur muymuş?" şeklinde iç hesaplaşmaya girip, çoğu zaman yenilerek çıktığımızı hatırlıyoruz.

Bugün geldiğimiz ve içerisinde bulunduğumuz nokta rahmetli Ömer Lütfü Mete'nin 'Gülce' isimli şiirindeki;

Uçurumun kenarındayız Hızır
Ben fakir
En hakir
Bin taksir
Ateşten
Kalleşten
Mızrakla gürzden
Dabbet-ül arzdan
Deccal’den
Yedi düvelden
Korku nedir bilmeyen ben

durumudur ve bu durumda daha açık bir ifade ile alem buysa ben yokum durumudur.

1985-2012 yılları arasındaki 27 yılda hiç durmadan koştuğumuz yada koşturulduğumuz yolların sonunda Atsız-pusatsız bir yorgun savaşçı haline gelip;

Uzanıverse gövdem, taşlara boydan boya

Alsa buz gibi taşlar alnımdan bu ateşi

Dalıp, sokaklar kadar esrarlı bir uykuya

Ölse, kaldırımların kara sevdalı eşi...

diye sayıklamaya başladığımız anlarda "Bir de çeliğe sor paslanmak nedir?" sorusuna asla cevap aramayacağımız ve paslanmaya devam edeceğimiz günler içerisindeyiz.

Geçen günleri ara ki bulasın.

Dikkat!

Yorum yapabilmek için üye girşi yapmanız gerekmektedir. Üye değilseniz hemen üye olun.

Üye Girişi Üye Ol

banner51

banner34

banner38

banner57

banner33

banner37